Sivas'taki Madımak otelinin önünde toplanan güruh, insanlık dışı
gösterisini sürdürürken, otelin merdivenlerinde kurtulmayı
bekleyenlerden biri olan yazar Lütfi Kaleli sorar: “Bunlar ikindi namazına gitmeyecekler mi?”... Yanıt karikatür sanatçısı Asaf Koçak'tan gelir: “ Anlaşılıyor ki, bu namazı kaza ile eda edecekler.”
Asaf
Koçak katliam sırasında ölümü mızıka çalarak beklemiş, sonsuzluğa
uzanan 37 candan biri (33 konuk, 2otel görevlisi, 2 gösterici)…
Karikatürist… Olacaklardan bihaber şehre gelip otelinde kalırken kana
susamış güruh tarafından saldırıya uğramış, yapacak hiçbir şeyi yokken
umutsuzca yardım beklerken mızıkasını çalıyor. Sevdiği bir şeyi yaparken
ölüşü bile hafif bir teselli olmuştur. Lütfi Kaleli ise olaylardan Aziz
Nesin’in yanında kendi olanaklarıyla sağ kurtulmayı başarmış 51 kişiden
biri olan yazar. “Yıllarca tehlikenin sol kesimden geleceğini
savunan ve bu uğurda iki darbe yapan türk silahlı kuvvetlerinin,
koynunda yıllarca beslediği siyasal islam iktidarında ortaya çıkan
katliam.” (Emre Kongar) Maalesef bugün ülkemizde sevabıyla
günahıyla tüm olayların sebebi militarizmdir. Yalnız ordu mevzubahis
değildir, bürokrasisinden siviline kadar kapsayan büyük bir güruh.
Soğuk
savaş döneminde sol düşünceye karşı oluşturulmuş yeşil kuşağın hadisesi
midir bu? Maraş’tan, Çorum’dan Malatya’dan bağımsız bir olay mıdır?
Aynı düşüncelere sahip sakallı ve sarıklılar meclisi doldururken
kadınlarını türbana hapsederken bunu salt bir düşünce özgürlüğü olarak
yansıtıp siyaset yapmaları apayrı bir konu mu? Kitapların yakılması ve
yasaklanmasıyla bu ülkenin geçen on yılları, onlarca aydının vahşice
yakılarak katledilmesiyle ne çeşit bir bağlantı içerebilir ki? Her
ramazanda oruç tutmayanların saldırıya uğruyor olması ve bu olayın
üzerinde bile durulmaması ile çocuklarını imam hatiplere yollayan anne
babalar, yalnızca evlatlarının ahlaklı birer kişi olarak yetişmesini
istiyor deyip de diğer tüm ana baba çocuklarının ahlaksız yetişmesini
istiyor düşüncesini uyandıranların “devlet büyüğü” olmasıyla bu
katliamın zaten alakası yok. Sivas Katliamı, bizi öldürmek isteyenlerin
ülkesinde derin bir yaradır sadece.
Yazılabilecek her şey yazılmış zaten bugüne dek. O şanssız insanların isimlerinden başka…
Nesimi Çimen: Üç telli curanın üstadı. Sarız 1926
Asım Bezirci: Sosyalizm ve edebiyat. Erzincan 1927
Metin Altıok: Kara kutu, şiir, felsefe. Bergama 1941
Muhlis Akarsu: Kula kulluk yakışır mı? Kangal 1948
Behçet Aysan: Sefa’sını ölümle öğreten şair. Ankara 1949
Muhibe Akarsu: Akarsuyum böyle miydi ahdımız? Kangal 1958
Edibe Sulari: Davut sulari’nin yadigarı. Erzincan 1953
Uğur Kaynar: Militan, şair, el yazarı. Zara 1956
Asaf Koçak: Yok devenin kuşu, bir sır “Cop Cumhuriyeti”nin çizeri, Yerköy 1957
Erdal Ayrancı :hep barikatın başında. Niğde 1958
Sehergül Ateş: Biz onunla baba kız değildik. o hem sırdaşım, hem yoldaşım, hem dayanağım ve gücümdü; babasının sözleri. Ankara 1953
Hasret Gültekin: Koçgiri’den, Han köyü’nden. 1965
Muammer Çiçek: Bir oyun yazdı “inadına yaşamak”. Yalınyazı köyü, Zile 1967
Gülender Akça: Abidin ve sultan’ın gözbebekleri. Divriğinin Şahin köyü’nden, 1968
Mehmet Atay: Şahanım, şahdamarım, yangın yüreklim. Divriği 1968
Sait Metin: Uzundu, usuldu dedemin boyu. Divriği 1970
Carina Johanna: Alevilik araştırmacısı, “yabancı değil”. Hollanda 1970
Gülsün Karababa: Babası ”kızım benden daha iyi saz çalacak” derdi. Divriği 1971
İnci Türk: Çiçek açar domur domur dal verir. Balıkesir 1971
Huriye Özkan: Havanın yüzünde semah dönerken. Ankara 1971
Murat Gündüz: Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, en sevdiği dize. Ankara 1971
Ahmet Özyurt: Çok seviyorum düşüncelere dalmayı. Einstein gibi düşünerek kendimden geçmeyi. kendi dizeleri. Ankara 1972
Handan Metin: Tüm güzellikleri toplayıp uzun bir yola çıktın. Ankara 1973
Yeşim Özkan: Ballıhan, erenlerin bal çiçeği. Ankara 1973
Yasemin Sivri: Kamber’in profesörü, kitap kurdu. Ankara 1974
Serpil Canik: Kuş olup güvercin donunu giyen, uyan dağlar uyan serpil geliyor. Ankara 1974
Serkan Doğan: başıma kızıl bağla, arkamdan ağıt yakma anam, Ankara 1974
Selkıs Çakır: Güne umut’tan. Ceylanlara karışıp semaha duran. Ankara 1975
Nurcan Şahin: Kim yakıştırabilir sana ölümü? Ankara 1975
Özlem Şahin: Okur, meraklı, yerinde duramaz, yaşam delisi. Ankara 1976
Asuman Sivri: Semah, semah tutkunu, abisinin delisi. Ankara 1977
Menekşe Kaya: Sazı elinde İsmail’in ötme bülbül ötme gönlüm şen değil. Ankara 1977
Koray Kaya: Pir Sultan’ın genç şehidi ve hep öyle kalacak. Ankara 1981
Acele Tepki Servisi
1 Temmuz 2015 Çarşamba
30 Haziran 2015 Salı
TÜRKİSTAN ÖZGÜRLEŞİRKEN
21. asrın son demlerinde Sovyet Rusya çökerken ve esir Türkler
bağımsızlıklarını kazanırkenki süreçte Çin Halk Cumhuriyeti sınırları
üzerinde bugün maalesef Moğolistan olarak adlandırdığımız Kuzey Doğu
Türkistan dememiz lazım gelen, yukarı bölge Sibirya sınırlarından; bir
de, Batı Türkistan dediğimiz Afganistan’ın yarısından daha yukarıdaki
Ural Dağları’na kadar olan bu alanlar iki büyük çanak gibi birbirlerine
bağlıdırlar. Bir de geri planda Altay Dağları’nın yukarısında Sayan
Dağları ve Hakasya’ya kadar olan bölge de bu çanaklara dahil edilebilir.
Yahut bu bölgelerden birinde yapılan baskılarda halk son derece önemli
bir strateji oluşturmuş ve buna bağlı olarak da o yapıda kendilerini
korumuştur.
Tabi bu coğrafya muazzam bir coğrafya. Avrupa’dan bir hayli büyük genişlikte bir coğrafya. Sovyet baskısı git gide kırılıp da özgürlükler birer birer elde edilirken, “Acil olarak ne yapılmalı?” diye düşünülmüş müdür? Belki de kimilerinin aklına gelen fakat üzerinde durmadığı hususlardan biri de şu; Arapların da Türk nüfusu kadar bir nüfusa sahip olduklarını ve her Arap topluluğunun bağımsız bir devleti olduğu malum. Dahası büyük ekonomik olanaklara da sahip bu millet neden birleşik bir güç olamamışlardır? Onlara çıkarılan engeller, manialar, onlara kurulan düzenler, düzenekler değişik şekillerde illa ki Türk dünyasının önüne çıkacaktır. Türk dünyası şartlarında bunların olmaması müstahaktır. Burada ilk tespit şudur; Türk milliyetçilerinin mutlak hedefi fevkalbeşer bir gayretle dünyada iddialı bir sosyal bilimler üniversitesini kurmak olmalıdır. Ancak bu tür kurumlar üzerinden Türkistan sorunları gibi küresel meselelere yaklaşılabilinir.
Bir topluluk ölüm korkusunu nasıl aşar? Doğu Türkistan halkı bunun apaçık bir örneği olmaya devam etmekte ve bu kitlesel bir tavır halini çoktan almış durumda. Çin sınırları içerisinde kendi bağımsız haritalarını dahi bastırabilmiş cesarete ve şuura sahip bu halkın, teferruatını, nasıl olurunu bilmeden önümüzdeki on yıl içerisinde bağımsız bir devlet haline geleceğini tahayyül etmekten kendimi alamıyorum. Kazak’ların, Kırgız’ların, Azeri’lerin duruşları tavırları zaten belli. Tavrı asıl belli olmayan maalesef Türkiye Türkleridir. Maveraünnehirden başlayan mayalanmış bir ekmek misali kabaran büyük Türk toplulukları var birbirlerinin ardı sıra. Mustafa Kemal’in “Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” sözünün bugün evrensellik niteliği taşıması gözler önünde yapılan her türlü baskıyı kırma yolunda en büyük dayanak olmuştur.
Yıllar yılı bir dünya devi devletlerce esir tutulan bu müteessir Türkistan halkının basübadelmevte geçişi kanımca artık işten bile değil. Özgür bir geleceği tasavvur etmiş tüm halklara selam olsun!
Tabi bu coğrafya muazzam bir coğrafya. Avrupa’dan bir hayli büyük genişlikte bir coğrafya. Sovyet baskısı git gide kırılıp da özgürlükler birer birer elde edilirken, “Acil olarak ne yapılmalı?” diye düşünülmüş müdür? Belki de kimilerinin aklına gelen fakat üzerinde durmadığı hususlardan biri de şu; Arapların da Türk nüfusu kadar bir nüfusa sahip olduklarını ve her Arap topluluğunun bağımsız bir devleti olduğu malum. Dahası büyük ekonomik olanaklara da sahip bu millet neden birleşik bir güç olamamışlardır? Onlara çıkarılan engeller, manialar, onlara kurulan düzenler, düzenekler değişik şekillerde illa ki Türk dünyasının önüne çıkacaktır. Türk dünyası şartlarında bunların olmaması müstahaktır. Burada ilk tespit şudur; Türk milliyetçilerinin mutlak hedefi fevkalbeşer bir gayretle dünyada iddialı bir sosyal bilimler üniversitesini kurmak olmalıdır. Ancak bu tür kurumlar üzerinden Türkistan sorunları gibi küresel meselelere yaklaşılabilinir.
Bir topluluk ölüm korkusunu nasıl aşar? Doğu Türkistan halkı bunun apaçık bir örneği olmaya devam etmekte ve bu kitlesel bir tavır halini çoktan almış durumda. Çin sınırları içerisinde kendi bağımsız haritalarını dahi bastırabilmiş cesarete ve şuura sahip bu halkın, teferruatını, nasıl olurunu bilmeden önümüzdeki on yıl içerisinde bağımsız bir devlet haline geleceğini tahayyül etmekten kendimi alamıyorum. Kazak’ların, Kırgız’ların, Azeri’lerin duruşları tavırları zaten belli. Tavrı asıl belli olmayan maalesef Türkiye Türkleridir. Maveraünnehirden başlayan mayalanmış bir ekmek misali kabaran büyük Türk toplulukları var birbirlerinin ardı sıra. Mustafa Kemal’in “Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” sözünün bugün evrensellik niteliği taşıması gözler önünde yapılan her türlü baskıyı kırma yolunda en büyük dayanak olmuştur.
Yıllar yılı bir dünya devi devletlerce esir tutulan bu müteessir Türkistan halkının basübadelmevte geçişi kanımca artık işten bile değil. Özgür bir geleceği tasavvur etmiş tüm halklara selam olsun!
Haziran 2015
Cem Düz
15 Mayıs 2015 Cuma
Fikrin, Milletin ve Ülkünün Babası
Kırk sekiz yıllık yaşantısıyla Türk edebiyatına, siyasetine ve tarihine yegane Türkçü olarak geçmiş Diyar-ı Bekrli bir memur çocuğuydu. Bir milletin dönüm noktası olan Milli Mücadelenin düşünce yapısı bir hayli derinden etkilemiş 1919'da İngilizler tarafından sürüldüğü Malta'dan iki yıl sonra meclisin yoğun çabaları sonucu vatanına döndürülmüştür. Mustafa Kemal gibi dönemin rütbelilerini, aydınları, yazarları, yazmazları kısacası tüm halkı fikriyle etkilemiş olan; Türkçülük ve Turancılık akımlarının fikir babası. Bölgesindeki Ermeni-Türk çekişmeleri esnasında Ermeni soykırımı iddiasıyla yargılanmış ve bahsi geçen konunun Mukatele olduğunu savunmuştur. Fikir oğlu Atatürk tarafından Diyarbakır mebusu seçilmiş olsa da düşünsel çalışmalarından kopmamış ve adıyla özdeşleşen kitabı Türkçülüğün Esasları yayımlanmıştır. Türk edebiyatının adeta bir ağır topu olan Gökalp toplumbilimci kimliğiyle Türk dünyasına yoğun katkı vermiş olmakla beraber eserleriyle de küllerinden doğan bir milleti yeniden inşa ediyordu.
Mustafa Kemal'in "Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babasıysa Ziya Gökalp'tir." ifadesi Ziya Gökalp'in Cumhuriyetin kuruluş yapısındaki ehemmiyeti ve ağırlığı net şekilde hissedilir. Bilim, sanat, felsefe ve siyaset gibi pek çok konuda derin izler bırakmış olan bu tarihi simanın etnik kimliğine değil de daha çok fikriyatının üstünde durmanın doğru olduğuna inandığımdan bu mevzu daha fazla uzatmayacak, ona dair oluşmuş iki tarihsel algıyı; Kürt milliyetçilerinin onu, kimliğini kaybeden, asimile olmuş bir Kürt olarak; Türk milliyetçileri ise Gökalp'in etnik kimlik olarak üzerinde şüpheler uyandırılarak karakter lincine tabi tutulduğunu savunup Gazi'nin "Kendini Türk hisseden herkes Türk'tür" sözüyle beraber 'su katılmadık Türk' olarak savunduklarını paylaşmakla yetineceğim.
Memleketinde İdadi Mülkiye yıllarında "Padişahım çok yaşa" yerine "Milletim çok yaşa" şeklinde bağırması onun okul hayatını tehlikeye sokan soruşturmalara neden olması bu içselleştirmenin bir getirisidir. Mehmet Ziya Gökalp'in ise fikirlerinin olgunlaşmasında büyük rol oynayan kişi, kentte çıkan kolera salgını neticesinde şehre gelen Dr. Abdullah Cevdet olmuştur. Dr. Yorgi Efendiden aldığı felsefe dersleri geleneksel muhafazakar eğitimle zıt düşünce 18 yaşlarında bunalıma sürüklenmek suretiyle ve intihara kalkışmıştır. Kaynakların bazıları intiharı sonrası beyninin arasına sıkışan tek kurşun ile ömür geçirmek zorunda kaldığını yazsa da asıl kabul edilen, Dr. Abdullah Cevdet Bey'in morfinsiz bir uğraş veren operasyonla kurşunu çıkardığıdır.
Cihan harbinden önce seçildiği Meclis-i Mebusan'da kendisine iki defa teklif edilen Maarif Nazırlığını reddederek İstanbul Darülfünun'unda ilk İçtimaiyat Müderrisi olmuş ve sosyal bilimlerin daha çok müfredata dahil olmasına müspet katkılarda bulunmuştur. "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" olarak özetlenen Batı ile Türk sentezinde batının gelişimini sağlayan pozitif bilim anlayışını benimsemiş ve de dini, toplumsal bütünleşme yardımcı öğe olarak kabul etmiştir.
Mehmet Ziya Gökalp düşünce olarak totaliter bir görüşte olmasa da savunduğu ve kanaat önderi olduğu Solidarist ve Korporatist zihniyetler sınıf ayrımını, sömürüyü, sınıf mücadelesini inkar eden; mesleki toplulukları ve işbirlikçi, dayanışmacı anlayışları ilke edinmeleri Birinci Dünya Savaşı sonrası bu anlayışa dayanan sistemlerin fikri zeminini hazırlamıştır. Bu düşünce sistemi ilerleyen yıllarda İtalya, Portekiz ve Almanya gibi ülkelerde örgütlenerek iktidara gelecektir. Velhasıl bu tarihsel süreçte Gökalp'in fikirlerinde ne denli haksız olduğunu, totaliterlikle ve faşistlikle suçlanmasına neden olmuştur. İdeolojik vasiyeti sayılan Turan şiirinin son iki dizesi hayata gözlerini yumduğu sıradaki fikir dünyasının adeta bir özetidir gibidir:
Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan
Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan
Mustafa Kemal'in "Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babasıysa Ziya Gökalp'tir." ifadesi Ziya Gökalp'in Cumhuriyetin kuruluş yapısındaki ehemmiyeti ve ağırlığı net şekilde hissedilir. Bilim, sanat, felsefe ve siyaset gibi pek çok konuda derin izler bırakmış olan bu tarihi simanın etnik kimliğine değil de daha çok fikriyatının üstünde durmanın doğru olduğuna inandığımdan bu mevzu daha fazla uzatmayacak, ona dair oluşmuş iki tarihsel algıyı; Kürt milliyetçilerinin onu, kimliğini kaybeden, asimile olmuş bir Kürt olarak; Türk milliyetçileri ise Gökalp'in etnik kimlik olarak üzerinde şüpheler uyandırılarak karakter lincine tabi tutulduğunu savunup Gazi'nin "Kendini Türk hisseden herkes Türk'tür" sözüyle beraber 'su katılmadık Türk' olarak savunduklarını paylaşmakla yetineceğim.
Memleketinde İdadi Mülkiye yıllarında "Padişahım çok yaşa" yerine "Milletim çok yaşa" şeklinde bağırması onun okul hayatını tehlikeye sokan soruşturmalara neden olması bu içselleştirmenin bir getirisidir. Mehmet Ziya Gökalp'in ise fikirlerinin olgunlaşmasında büyük rol oynayan kişi, kentte çıkan kolera salgını neticesinde şehre gelen Dr. Abdullah Cevdet olmuştur. Dr. Yorgi Efendiden aldığı felsefe dersleri geleneksel muhafazakar eğitimle zıt düşünce 18 yaşlarında bunalıma sürüklenmek suretiyle ve intihara kalkışmıştır. Kaynakların bazıları intiharı sonrası beyninin arasına sıkışan tek kurşun ile ömür geçirmek zorunda kaldığını yazsa da asıl kabul edilen, Dr. Abdullah Cevdet Bey'in morfinsiz bir uğraş veren operasyonla kurşunu çıkardığıdır.
Cihan harbinden önce seçildiği Meclis-i Mebusan'da kendisine iki defa teklif edilen Maarif Nazırlığını reddederek İstanbul Darülfünun'unda ilk İçtimaiyat Müderrisi olmuş ve sosyal bilimlerin daha çok müfredata dahil olmasına müspet katkılarda bulunmuştur. "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" olarak özetlenen Batı ile Türk sentezinde batının gelişimini sağlayan pozitif bilim anlayışını benimsemiş ve de dini, toplumsal bütünleşme yardımcı öğe olarak kabul etmiştir.
Mehmet Ziya Gökalp düşünce olarak totaliter bir görüşte olmasa da savunduğu ve kanaat önderi olduğu Solidarist ve Korporatist zihniyetler sınıf ayrımını, sömürüyü, sınıf mücadelesini inkar eden; mesleki toplulukları ve işbirlikçi, dayanışmacı anlayışları ilke edinmeleri Birinci Dünya Savaşı sonrası bu anlayışa dayanan sistemlerin fikri zeminini hazırlamıştır. Bu düşünce sistemi ilerleyen yıllarda İtalya, Portekiz ve Almanya gibi ülkelerde örgütlenerek iktidara gelecektir. Velhasıl bu tarihsel süreçte Gökalp'in fikirlerinde ne denli haksız olduğunu, totaliterlikle ve faşistlikle suçlanmasına neden olmuştur. İdeolojik vasiyeti sayılan Turan şiirinin son iki dizesi hayata gözlerini yumduğu sıradaki fikir dünyasının adeta bir özetidir gibidir:
Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan
Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan
Nisan 2015
Cem Düz
2 Mayıs 2015 Cumartesi
Olana, Olmuşa ve Olacağa...
Refik Halid, eserlerinden de anlaşılacağı üzere teknik açıdan serbest bir yazar. Harp döneminin açlık ve sefaletlerini konu alan ve alaycı hicivleriyle yazılarını kaleme alan Karay, halkın düştüğü durumu, söylenen yalanları ve aldatmaları tavan yapan cüretkar anlatımıyla hem sert, hem edebi ve toplumsal bir tutumuyla edebiyata aşina her okuyucuyu ziyadesiyle memnun edecek bir konumdadır.
Geleneğini bozmadan çağın yanlışlıklarına karşı bütün silahlarını ateşlediğini görebiliriz. "Bu işin künhü budur. Polis zannedeceksin, harami çıkacak; nimet zannedeceksin, tuzak çıkacak; melek görünecek, şeytan çıkacak..." (Sakın Aldanma, İnanma, Kanma, Refik Halid Karay) Sürgünvari hayatı boyunca muhalifliğin getirisi denilebilecek muazzam eserlerini memlekete kazandıran ve yine yoğun muhalifliğinden ötürü tarihin bir kenara ittiği ve edebi lezzetinden tam olarak faydalanamadığımız, yakın ahbabı Yakup Kadri'nin tasviriyle tam bir hayat adamı. Yoğun şekilde Milli Mücadele eleştirisi yazmış ve bu mücadeleyi İttihatçıların yeniden iktidara gelmek için yarattığı bir kardeş kavgası olduğunu belirtmiştir. Kuva-yi Milliye ruhu affeder mi bilinmez, yaradan affetsin.
Dilde yarattığı adeta harf cimriliği diyebileceğimiz olağanüstü sadelikte bir dille yazdığı tasvirleri müthiş ilgi çekici olmakla beraber onu Türkçeyi en iyi kullanan yazar da yapmıştır. Elinizde birden fazla Refik Halid kitabı varsa, biri bitmeden ötekine geçmeniz hiç de komplike olmayacaktır. İnsanı, zamanı ve mekanı bir bütün içerisinde kavrayıp anlatmak hevesi içinde yazdı Karay. Kaldı ki literatürün de bu amaçla yapıldığı göz önünde bulundurulması gerek. Genişlemesine bakıldığında, şartlar bize gösteriyor ki, Karay'da olduğu gibi şikemperver olmaksızın, kadından erkekten, aşktan ve mizahtan anlayan bir hayat adamı olamadan gerçek bir edebiyat adamı da olamıyorsunuz. Eserleri var ki yazarın gözyaşlarına dokunmanızı mümkün kılabilir. Asıl onu vakur kılan olay ise eserlerinden hiçbir şekilde onun tam olarak ideolojisini çözemeyecek oluşumuz. Başta kim olursa olsun, iktidara kim gelirse gelsin hep muhalefet çizgisinde kalmayı başaran bir teamüle sahip. İşin ilginç yanı kendini anlattığı tek cümlede hayata bakışını çözebilmemiz de mümkündür. "Ben olana, olmuşa ve olacağa muhalifim."
Geleneğini bozmadan çağın yanlışlıklarına karşı bütün silahlarını ateşlediğini görebiliriz. "Bu işin künhü budur. Polis zannedeceksin, harami çıkacak; nimet zannedeceksin, tuzak çıkacak; melek görünecek, şeytan çıkacak..." (Sakın Aldanma, İnanma, Kanma, Refik Halid Karay) Sürgünvari hayatı boyunca muhalifliğin getirisi denilebilecek muazzam eserlerini memlekete kazandıran ve yine yoğun muhalifliğinden ötürü tarihin bir kenara ittiği ve edebi lezzetinden tam olarak faydalanamadığımız, yakın ahbabı Yakup Kadri'nin tasviriyle tam bir hayat adamı. Yoğun şekilde Milli Mücadele eleştirisi yazmış ve bu mücadeleyi İttihatçıların yeniden iktidara gelmek için yarattığı bir kardeş kavgası olduğunu belirtmiştir. Kuva-yi Milliye ruhu affeder mi bilinmez, yaradan affetsin.
Dilde yarattığı adeta harf cimriliği diyebileceğimiz olağanüstü sadelikte bir dille yazdığı tasvirleri müthiş ilgi çekici olmakla beraber onu Türkçeyi en iyi kullanan yazar da yapmıştır. Elinizde birden fazla Refik Halid kitabı varsa, biri bitmeden ötekine geçmeniz hiç de komplike olmayacaktır. İnsanı, zamanı ve mekanı bir bütün içerisinde kavrayıp anlatmak hevesi içinde yazdı Karay. Kaldı ki literatürün de bu amaçla yapıldığı göz önünde bulundurulması gerek. Genişlemesine bakıldığında, şartlar bize gösteriyor ki, Karay'da olduğu gibi şikemperver olmaksızın, kadından erkekten, aşktan ve mizahtan anlayan bir hayat adamı olamadan gerçek bir edebiyat adamı da olamıyorsunuz. Eserleri var ki yazarın gözyaşlarına dokunmanızı mümkün kılabilir. Asıl onu vakur kılan olay ise eserlerinden hiçbir şekilde onun tam olarak ideolojisini çözemeyecek oluşumuz. Başta kim olursa olsun, iktidara kim gelirse gelsin hep muhalefet çizgisinde kalmayı başaran bir teamüle sahip. İşin ilginç yanı kendini anlattığı tek cümlede hayata bakışını çözebilmemiz de mümkündür. "Ben olana, olmuşa ve olacağa muhalifim."
Nisan 2015
Cem Düz
28 Mart 2015 Cumartesi
Tanrı Katilleri
Size yer
altından notlar taşıyorum. Heyecanımı bağışlayın ve bir sandalye çekip şöyle
oturun. İnanın insan felsefe ve edebiyat üzerine her zaman böyle bir hazine
bulamıyor, her sayfası altından olsun ya da okuyanın ruhuna dokunsun.
Ne
deniyordu İncil'de "İnsan yalnız Tanrı'ya hizmet etmek için
yaratılmıştır" (John 4:8 İncil) Söz konusu insan özgürlüğü olunca bunu
söyleyebilen düşünce yapısı ile, "İnsan özgür doğar fakat zincire
vuruluşu kaçınılmazdır" (Toplum Sözleşmesi, J.J. Rousseau) diyen yapı
her zaman aynı tehlikeyi oluşturur. Ama asıl konu özgürlüğün çıkarıysa nasıl
karşı çıkmaz buna insanoğlu? Aslında özgürlük yanılgısı mıdır, kölelikten daha
acınası olan? Var gücüyle kükreyen kafesteki bir aslandan veya tasması gevşek
olunca kendisini aslan kadar vahşi zanneden köpekten daha hüzünlü ne olabilir?
Daha
doğmadan bile göbek bağıyla annesine bağlı bir insan mıdır özgür doğan? Seçim yapabilmek
değil midir özgürlüğün ön koşulu? Kundakta henüz gözleri açılmamışken seçebilir
mi dinini, milletini? Tercih edebilir mi anne baba diyebileceği kişileri? Her
şekilde kazanım olmuştur özgürlük. İnsan yalnızca anne rahminden çıktığı gün
doğmaz. Güçlüyse insan fethaysa her zincirinin kırılışında yeniden doğar veya
yok eder tanrısını, kendisini. Kendini yok edebilecek her kişi yeniden doğma
özgürlüğünü edinmesinde pek beis yoktur. Esaretin olmadığı bir dünyada
tanınabilir miydi özgürlük? Sahi var olmasaydı iblis, kim kaçımız ihtiyaç
duyardık Tanrı'ya? Güneşe seslenen Zerdüşt'ün buyurduğu gibi: "Sen, ey
büyük yıldız! Neye yarardı mutluluğun, aydınlattıkların olmasaydı!"
Belki aydınlanma çağının özgürlükleri vadedeceğini düşünüyorduk. Sonra baktık ki kontrol etmeye, telkin etmeye ve manipüle etmeye yarıyormuş. Dönemin kurgusu için gevşek olay örgüsünden yararlanılması, Zerdüşt'te düşüncenin özümsenmesi ve bu gevşek kurgu üzerinden algısal yürüyüşte devamlı edebi türlerin 20. yüzyıl içerisinde felsefi yapılarla iç içe bir halka haline gelmesi, yeni bir sanatsal yön kurma mücadelesinin bir sonucudur.
Zerdüşt'ün buyurduklarından biri de, her bir varlığın kendilerinden öte bir şeyler yarattıklarıdır. Bu durumda insan ile öte varlığın arasındaki hasbelkader bağlanmış halatlar köprüsüdür. Prangasını söken her insan köprü bağını daha sıkı bir hale getirebilir veya üzerindeki yüklerden kurtulabilecek, kendisinin yaratıcısı veyahut celladı olabilecektir. Roma dönemi bilgelerince esir, kötü olan anlamı taşırken bir de bu esirleri esir edenler mevcuttur. Bunun bir tepkisi olsa gerek insan da, öte varlıklarını katleder. İnsan tanrısını katleder! Kafesinden taşmış, zincirini kırmış ve yok etmiştir tanrısını. Tanrı seçmiş, ayırmış, iyiyi kötüyü belirlemiş, ahlaki kanunları koymuş bir diktanın imgesi olmuştur. "İyilerin ve kötülerin yaratıcısı öncelikle iyi bir yok edici olmak zorundadır." (U. Aller Werte)
Mart 2015
Cem Düz
25 Mart 2015 Çarşamba
Türk Edebiyatında 'Hikaye' Paradigması...
90'larda çocuk, 2000'lerde genç olan
bizler darbe şahidi büyüklerimizin hakkımızda düşündüklerine pek takılmayız.
Hiç şüphesiz İsa'dan günümüze her kuşak çekilen acıların, yaşanılan
tatsızlıkların mitleşmiş olgularla Devlet-i
Aliyye-i Osmâniyye'nin çocukluk çağlarından itibaren kitaplaştırılmış,
destandan hikayeciliğe geçişin temsili Dede Korkut Hikâyeleri'yle
başlayan bir aforizma aleti oluvermiştir.
Kuşaklarca değişimin ta
kendisi olmuş hikayeciliğin günümüz tabiriyle amaç değil, araç olması maneviyen
daha manidar bir olay. 70'lerde kardeşiyle, 80'lerde ise babalarıyla çatışan
sosyo-politik bağlamda çeşitli psikolojik süreçlerde yenik düşmüş kişi ezikliğinin
konu alındığı dönemler haricinde pejoratif bir düşüncede yazmakta pek beis
olmamıştır. Velâkin toplum mühendislerinin yarattığı sirayetle Decameron'un
çevirisinden bu güne meneviyatımızı şekillendiren esamesi okunmamış lanetleri o
gün hedefe oturtulan zatlara sükut etmişlerdir. Sağlıklı bir biçimde döverek
biçimlendirilmiş kuşağımızın hüviyeten sakat kalmış yönlerinin konu alınması bu
paradigmaya büyük katkılar sağlasa da, düşüncelerde yaralar açarak bitap
düşürmesi gözardı edilegelmiştir. Yeni nesillerin, insanoğlunun ayağının
altındaki halıyı çekmeye benzeyen bu durumun yarattığı olağan düşüşte
ulaşılmaya çalışılan ülküye pespaye tavırlarca yaklaşılmıştır. Sosyo-politik sebepleri ve arka planı
malum düşüşün düzleminde bulunan kuşakların yaratıcılıklarla insanoğlunun
ruhuna takabileceği kanatlardan mütevellit, bu düşüşten kanatları vasıtasıyla
çıkabilecek virtüöz jenerasyon yalnızca durumu veya günü kurtarmakla kalmadı,
öyküde değil memlekete, dünyaya önayak olabilecek gelişmelerin odağında yer aldılar.
Yeni Türk literatüründe hikaye yazımı ve
değerlendirilmelerinde siyasal realizmden kopmayan bir anlayışın doğurduğu
gerekler yüzyıllarca çatışmaya dönüştürülen hikayeyi bir araç olmaktan
kurtarmıştır. Zira hikayeciliğin özsuyu buradan gelmektedir. Günümüz
hikayeciliği anlayışı edebiyatı çatışmaların banallığından kurtarılmış bir
estetikte, hikaye üzerinden sanatsal bir pelerin kisvesi altından bize sunar.
Mart 2015
Cem Düz
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)